Psikopat Gen - Deliryum Olmadan Delilik

 EN

Aksiyon ve polisiye türlerinde sıkça karşımıza çıkan seri katillerden bahsedeceğim bu yazımda. Eğer yeterince bu türlerde dizi/film izlemiş ya da kitap okumuşsanız neredeyse bütün seri katillerin benzer özellikleri olduğu dikkatinizi çekmiştir. Kurbanlarını belli bir kritere göre seçen, polisle oynamayı seven ve bu amaçla cinayet mahalinde mesajlar hatta bir nevi imzalar bırak, vahşi, soğuk ve empatisiz katiller… Ne yazık ki bu tip insanların sadece kurguda değil gerçek hayatta da örnekleri çokça vardır.

Şimdiye kadar karşıma çıkan senaryolarda çoğunlukla katillerin cinayetleri işleme stilleri ve geride bıraktığı işaretler araştırılarak vakaların çözülmesi üzerinde durulmuştu. Ancak Mouse adlı bir dizi konuya farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Eğer diziyi izlediyseniz ne dediğimi çoktan anlamışsınızdır. Eğer izlemediyseniz şimdiden uyarmalıyım ki spoilerle karşılaşmak üzeresiniz.

Dizi, ilk bölümünde bir doktorun psikopatlık geni üzerine olan araştırmasına değinerek başlamasıyla zaten diğer seri katil dizilerinden farklı bir bakış açısına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Dizi boyunca da avcı olarak nitelendirdikleri psikopatlık geni taşıyan insanlara ve eylemlerine değinilmektedir. Ve daha dizinin başında izleyiciyi, bebeğinizin bir katil geni taşıdığını bilseydiniz onu yinede doğurmak ister miydiniz ikileminde bırakmaktadır. Bu ikilemin doğmasındaki en büyük etkenlerden birisi ise bu gene sahip olan her bireyin katil olmaması hatta üstün zekalı bir çocuk olarak büyüyebilme ihtimalinin de olmasıydı.

Bu ikilemi ve ahlaki soruları daha sonraya bırakarak bahsi geçen gene odaklanalım istiyorum öncelikle. Psikopatlık geni diye bir şey gerçekten var mı ve gerçekten bu gene sahip olan herkes katil olur mu? Ve dizinin en büyük şaşırtmacalarından biri olan beyin nakli ve kötü ya da iyi bir genin nakledilip edilemeyeceği konularını araştırmaya çalışacağım.

O zaman psikopatlığın tam olarak ne olduğunu anlamakla başlayalım. Psikopatlık, ağzımıza takılan ve bazen şaka yollu “psikopat mısın” şeklinde kullandığımız bir ifadenin çok ötesinde ciddi bir hastalık durumudur. Ancak bu insanları özellikle yetişkinlik döneminde dışarıdan bir gözlemci olarak tespit etmek oldukça zordur çünkü gayet normal ve sağlıklı görünürler. İşte belki de bu sebeple bu insanların aslında hasta olduğu bile düşünülmez.

Tanım olarak psikopatlık, basit duygusal tepkiler, zayıf empati, dürtülerine hakim olamama ve antisosyal davranışlara eğilimli olmakla karakterize olan bir hastalıktır. Psikiyatrist Philippe Pinel, 200 yıldan fazla bir zaman önce bu hastalığı tanımlamak için manie sans délire yani “deliryum olmadan delilik” ifadesini kullanmış. Pek çok araştırma gösteriyor ki psikopatlığı tetikleyen nispeten kalıcı gelişimsel özellikler 10 yaşından önce kendini göstermeye başlıyor.

Psikopati fiziksel çekicilik, yüksek zeka, zayıf yargı ve deneyimlerden öğrenmede başarısızlık, hastalık derecesinde benmerkezcilik ve kimseyi sevememe, vicdan ve utanma duygularının olmaması, dürtüsellik, aşırı oranda kendini beğenme, yalan söyleme, manipülatif davranışlar, kendini kontrol edememe, rastgele karşı cinsle ilişkiler, çocuklukta suça eğilim ve suçta çok çeşitlilik gibi tanı özellikleriyle karakterize olmaktadır. Bu kriterlerin bir sonucu olarak psikopatın resmi soğuk, kalpsiz ve insan dışı bir varlık olarak çizilmektedir.

Hastalığın fizyolojisi hakkında elimizde hangi bilgiler var?

Duygu durumumuzun ve düşüncelerimizin beynimizde elektriksel iletilerle gerçekleştiğini biliyorsunuzdur. Nöron dediğimiz yapılar beynimizde elektrik telleri gibi bir ağ oluşturur ve birbirleri arasında bilgi alışverişi yaparlar. Nöronlar arasında ya da bilginin taşınmasının istendiği diğer hücreler arasındaki bu bağlantıyı kurmaya yardımcı bazı nörotransmitter adı verilen kimyasallar salgılanır. Bu kimyasallar görevlerini yerine getirip bir dizi reaksiyonu aktive ettikten sonra ve artık sinirleri uyarmalarına ihtiyacımız kalmadığında durdurulması gerekir. Enzim dediğimiz yapılar ise bu aşamada kimyasalların parçalanmasına ve etkilerinin durdurulmasında rol oynar.

Bu tepkimeler bizim için neden önemli şimdi ona gelelim. Beynimizde ruhsal durumumuzu, duygularımızı, uyku düzenimizi ve iştahımızı kontrol eden serotonin, dopamin, epinefrin (adrenalin), ve norepinefrin (noradrenalin) isimli nörotransmitterler vardır.  MAOA adı verilen bir gen tarafından üretilen MAO-A (monoaminoksidaz A) enzimi bu saydığım nörotransmitterlerin yıkımından sorumludur.

MAOA’nın mutasyona uğramasıyla oluşan nadir rastlanan bir genetik hastalık MAOA eksikliğine sebep olur ve monoamin yapıdaki bahsettiğimiz bu nörotranmitterlerin aşırı miktarda birikmesine yol açar. Aşırı oranda bulunan monoamin nörotransmitterler Brunner sendromu olarak bilinen uyku bozuklukları, duygu dengesizlikleri ve şiddet eğilimi gibi fevri davranışların görülmesine neden olur. 

Yapılan bir araştırmada nadir hastalıklardan olan Brunner sendromu, bir sülaledeki erkeklerin sadece beşinde gözlenirken, aynı gen ile ilişkili olan ve daha yaygın olan bir başka genetik durum MAOA-L’nin görülme olasılığı toplumun %40’ını oluşturmaktadır. Ve işte bahsettiğimiz psikopati durumuna sebep olan en önemli genetik bozukluklardan biri olabilir. Peki, neden?

İnsanlarda genlerin farklı enzimatik etkinlik seviyelerine sebep olan çeşitli formları bulunabilir. MAOA geninin düşük-aktivite formunu (MAOA-L)  taşıyan insanlarda daha düşük enzim aktivitesi gözlenirken, yüksek-aktivite formunu (MAOA-H) taşıyanlarda daha fazla enzimatik etkinlik gözlenir. Bu sebeple MAOA-L saldırganlık ve şiddet düzeylerindeki artışla ilişkilendirilmiştir.

MAOA-L geni taşıyan insanların beyin taramalarında duygu, davranış ve uzun süreli hafızadan sorumlu olan limbik sistemlerinin daha küçük olduğu görülmüş. Bu çalışmada MAOA-L geni taşıyan grubun beyninde duyguların işlenmesinden sorumlu amigdala bölgesinin aşırı etkin olduğu ve bu gruptaki kişileri duygusal dürtülerini kontrol etmekte daha az başarılı olduğu tespit edilmiş.

Ancak yine de MAOA-L taşıyıcılarında şiddete yönelim için tetikleyiciye ihtiyaç vardır. Araştırmalar bu tetikleyicinin çocukluk dönemindeki kötü muamele olabileceğini ortaya koymaktadır.

Psikopati bir hastalıksa bir kişinin psikopat olması ihtimalini araştırmak için hiç mi yüzeysel bir kanıt bulamayız? Kanadalı psikolog Robert Hare, psikopatiyi tanımlamak için kullanılabilecek 20 semptomu içeren Psikopati Kontrol Listesi-Revize (PCL-R) testini tasarlamıştır.

  1. Akıcı konuşkanlık / Yüzeysel çekicilik.
  2. Benmerkezcilik / Büyük öz-değer duygusu.
  3. Uyarılma ihtiyacı / can sıkıntısı eğilimi.
  4. Patolojik yalan.
  5. Kurnazlık / Manipülatif.
  6. Pişmanlık ve suçluluk eksikliği.
  7. Duygusal olarak sığ.
  8. Duygusuz / Empati eksikliği.
  9. Parazitik yaşam tarzı.
  10. Davranışsal kontrol eksikliği.
  11. Rasgele cinsel davranış.
  12. Erken davranış sorunları.
  13. Gerçekçi uzun vadeli hedeflerin eksikliği.
  14. Dürtüsellik.
  15. Sorumsuzluk.
  16. Kendi eylemlerinin sorumluluğunu kabul edememe.
  17. Birkaç kısa evlilik ilişkisi.
  18. Çocuk suçu.
  19. Koşullu salıvermenin iptali.
  20. Suçta çok yönlülük.

Tabi ki bu listedeki iki üç madde tutuyor diye birine direkt olarak psikopat tanısı koyamayız. Bu gene sahip ve içindeki şiddet eğilimi tetiklenmiş bir insan listedeki hemen hemen her maddeyi sağlayacaktır.

Ayrıca bu liste de yer almasa da psikopatlarda korkutucu ve şok edici olay ya da resimler karşısında (başı kesilmiş bir ceset gibi) irkilme refleksi göstermemeleri de gözlenebilir.

Şiddet eğilimleri ve dürtülerini kontrol edememelerinden dolayı cinayet suçunda psikopatlara çok rastlanır. Bunun yanında “psikopati kontrol listesinde” de belirtildiği gibi bu kişiler iyi konuşma becerilerine ve etkileyici bir görünüme sahip oldukları için insanları kolayca manipüle edebilirler. Bu özellikler, psikopatların dolandırıcılık suçlarında da çokça karşımıza çıkmasına sebep oluyor.

Şimdi birkaç gerçek psikopat örneklerini inceleyelim. 

En bilindik katillerden biri olan Karındeşen Jack (Jack the Ripper), diğer bir adıyla Deri Önlük, 1888 yılında en az beş kadını öldürüp vücutlarını alışılmadık bir şekilde parçalayarak Londra’da büyük bir korkuya sebep olmuştu. Suçlu hiç yakalanmadı ya da kim olduğu tespit edilemedi ve Karındeşen Jack İngiltere’nin ve dünyanın en kötü şöhretli suçlularından biri olarak kaldı. 

İddiaya göre, katil tarafından Londra Metropolitan Polis Teşkilatı'na (genellikle Scotland Yard olarak bilinir) bir dizi mektup gönderildi, memurlarla korkunç faaliyetleri hakkında alay edildi ve gelecek cinayetler hakkında spekülasyonlar yapıldı. Karındeşen Jack takma adı, saldırıların olduğu zamanda yayınlanan bir mektuptan gelmektedir.

Karındeşen Jack’in kurbanlarını canice parçalamış olmasını empati eksikliği ve duygusuzluğunun, cinayetleriyle ilgili mektuplar yazarak polisle oynamasına rağmen yakalanmayacak kadar kendini gizleyebilmiş olmasını kurnazlığı, yalan becerisi ve belki katil olduğunu saklamak için manipülatif özelliğinden yaralandığının bir göstergesi olarak kabul edersek Karındeşen Jack tipik bir psikopat örneğidir.

Amerikanın ilk seri katillerinden H.H. Holmes olarak bilinen Herman Webster Mudgett, aynı zamanda bir dolandırıcıydı. Holmes’un 200’e yakın insanı öldürdüğüne inanılmaktadır. Holmes kurbanlarının birçoğunu, daha sonra Cinayet Kalesi olarak adlandırılacak olan özellikle inşa ettiği evde öldürmüştü.

H.H. Holmes, Michigan Üniversitesinde bir tıp öğrencisi olarak kadavralar çalarak sigorta şirketlerini dolandırmıştır. 1885 de Şikago’ya taşınan Holmes, bir eczanede iş bulduktan sonra o meşhur sahte ismi Dr. Henry H. Holmes’u kullanmaya başlar. Sonunda işi devralır, daha sonra işin asıl sahibini öldürdüğü iddia edilmiştir.

Holmes, yatacak odaların ve kurbanlarına işkence edip onları öldürdüğü birçok küçük odaların bulunduğu özenle hazırlanmış bir bina inşa eder. Ayrıca cesetleri yakabileceği ya da farklı şekillerde yok edebileceği bir bordum katı ve cesetleri buraya ulaştırmasını kolaylaştıracak gizli oluklar vardır. Holmes 1894’te yakalanmış ve iki yıl sonrasında asılmıştır.

Yani anlayacağınız Holmes dürtülerini kontrol edemeyen ve sırf bunun için bina inşa edecek kadar ileri giden hastalıklı bir zihne sahip psikopat örneklerinden biridir.

Gece Avcısı (The Night Stalker) adıyla bilinen Richard Ramirez 14 kişiyi öldüren ve iki düzine kadarına da işkence eden Amerikalı bir seri katildir. Çocukluğunda epilepsiye yakalandıktan sonra ağır bir uyuşturucu kullanıcısı olmuş ve satanisme ilgi duymaya başlamıştır.

Ramirez, 13 yaşındayken kuzeninin kendi karısını öldürdüğüne tanık olmuştur. 9’uncu sınıfta okulu bırakmış ve 1977’de marihuna bulundurmaktan tutuklanmıştır. Seri cinayetleri başlatan bilinen ilk cinayeti, 1984’te soygun için evine girdiği 79 yaşındaki Jennie Vincow’du. Şeytana olan sevgisine yemin etmesi için zorladığı son kurbanının, saldırganıyla ilgili ayrıntılı bilgi vermesinden sonra 1985’te tutuklanmıştır. 2013’te kanserden hayatını kaybetmiştir.

İşlediği onca cinayetin ortaya çıkmış olmasına rağmen hayranlarından aşk mektupları almasına bakacak olursak Ramirez’i psikopatların tehlikeli çekicilik özelliğine belirgin bir örnek olarak verebiliriz.

Zodyak Katili (The Zodiac Killer), San Francisco’da birçok cinayetten sorumlu tutulan ancak hiç yakalanamamış bir seri katildir. Kendini Zodyak Katili olarak ilan eden katil 1968 ve 1969 yılları arasında Kaliforniya’da en az beş cinayetle doğrudan bağlantılıydı hatta daha fazlasından sorumlu bile olabileceği düşünülüyordu.

1969’da üç gazeteye aynı el yazısıyla yazılmış iade adresi olmayan zarflar gönderildi. Mektuplar “Sevgili editör: geçen yaz Herman gölündeki 2 gencin katiliyim,” cümlesiyle başlıyordu ve Zodyak Katilinin cinayetleriyle ilgili sadece katilin bilebileceği ayrıntılar içeriyordu. Katil, eğer mektuplar ilk sayfada yayınlanmazsa başka saldırılar olacağıyla ilgili tehditte bulunuyordu.

Her mektup, Zodyak Katilinin daha sonra sembolü olarak bilinecek olan, üzerinde çarpı bulunan bir daireden oluşan sembolle kapatılmıştı. Her mektup aynı zamanda katilin kimliğiyle ilgili bilgi içerdiğini iddia ettiği üç parçalı bir şifre içeriyordu.

Birkaç gün sonra lise öğretmeni olan Donald Harden ve eşi Bettye, şifreyi çözdü. Şifrede “İnsanları öldürmeyi seviyorum çünkü çok eğlenceli. Ormandaki vahşi hayvanları öldürmekten daha eğlenceli çünkü insan en tehlikeli hayvandır,” yazıyordu.

Psikopat katillerin, soruşturmayla dalga geçen yaklaşımları ve şifreler göndererek polisle oyun oynaması narsistik özelliklerinin bir sonucudur ve Zodyak Katili’de buna iyi bir örnek olarak gösterilebilir.

Sayılabilecek onlarca seri katil var ancak psikopatların işlediği suçlar sadece cinayet değil elbette. Dolandırıcılığında psikopatların en etkin olduğu suç türlerinden biri olduğundan bahsetmiştim. Psikopatlık özellikleri taşıdığı iddia edilen iki dolandırıcı örneğine bakalım.

Elizabeth Homes bir zamanlar 9 milyon değer biçilen şirket Theranos’un kurucusuydu. Theranos, birkaç damla kanla Edison testini kullanarak kanser ve diyabet gibi hastalıkların iğnelere gerek kalmadan kısa zamanda teşhis edilebileceğini vaat etmişti.

Ancak 2015’de işin iç yüzü ortaya çıkmaya başlamış ve bir yıl içinde Holmes’un sahtekar olduğu ortaya çıkmıştı. Vaat ettiği teknoloji işe yaramıyordu ve 2018’de şirket çöktü.

Savcılar, Holmes’un testler hakkında hastaları bilerek yanlış yönlendirdiğini ve şirketin finansal destekçilerine karşı şirket performansını büyük ölçüde abarttığını iddia etti.

Holmes’un bazı psikopatlık özelliklerine sahip olduğu konuşulmaya başlandı. Bu özelliklerden ilki uzun süreli göz teması kurmasıydı. Bu davranış karşısındaki kişiye dünyadaki tek insan kendisiymiş gibi hissettirse de aynı zamanda oldukça tehditkardı.

Bakışlarının yanında ses tonu da etkileyiciliğine katkı sağlıyordu. Holmes, doğal olmayan kalın (derin) bir ses tonu kullanıyordu. Bu ses tonunun dinleyici üzerinde daha otoriter bir etki oluşturduğu düşünülüyor.

Araştırmalara göre de psikopatların çoğunlukla kontrollü bir konuşma tavrı sergilediklerini ortaya koymuştur. Ses tonları konuşma boyunca stabil kalır ve herhangi bir duygusal dalgalanma barındırmaz. İyi konuşmacılar olarak bilinen ve manipülatif özelliklere sahip psikopatların bu ses tonunu tercih etmesi öngörülebilir bir davranış tabii. Görünüşe bakılırsa Elizabeth Holmes’de bu özellikler için örnek gösterilebilir.

Vereceğim bir diğer dolandırıcı örneği Rus göçmen Anna Sorokin, kendisini zengin bir Alman varis olan Anna Delvey olarak tanıtıp New York sosyetesine girmiş ve lüks otellerle bankaları binlerce dolar dolandırmıştı. Anna Sorokin, 4 ten 12 yıla kadar hapis cezasına çarptırıldıktan sonra pişman olmadığını dile getirmişti. İşte size pişmanlık özelliği göstermediği bilinen psikopatlar için bir başka örnek daha.

Psikopat olmak kaçınılmaz mı?

Peki, sırf bu gene sahip oldukları için bu insanların iyi ve suç geçmişi olmayan bir hayat kurmaları imkansız mıydı? Tek bir gen yüzünden katil ya da dolandırıcı olmaktan başka şansları yok muydu? Tabi ki hayır… Şimdi sizinle bir psikopatın beynine sahip olduğunu kazara öğrenen ancak hiç psikopata dönüşmemiş bir doktorun hikayesini paylaşacağım.

Bir nörobilimci olan James Fallon, Alzheimer üzerine araştırma yaparken aile bireylerinin beyin taramalarını kontrol ediyordu. Eş zamanlı olarak bir yan çalışma için katil psikopatların beyin taramalarını incelerken, taramalardan bir tanesi yanlış gruba karışmıştı. Bu şekilde kendi beyin taramasının psikopat beynini yansıttığını keşfetmiş oldu.

Bir psikopatın beynine sahip olduğunu öğrendikten sonra Fallon, aile ağacını tarayıp uzmanlar, meslektaşları, akrabaları ve arkadaşlarıyla davranışlarının bir psikopatla uyuşup uyuşmadığı hakkında konuştu.

Ne annesi ne babası Fallon’un gençliğinin bazı dönemlerinden ne kadar tuhaf olduğunu hiçbir zaman ona karşı dile getirmediklerini söylemişlerdi. Büyürken çevresindeki insanlar onun ileride bir çete ya da mafya başı olabileceğini söylemişlerdi. Bazı aileler çocuklarının Fallon’la arkadaşlık etmelerini yasaklamıştı.  Fallon’un bir aile babası, başarılı ve iyi bir iş sahibi birey olarak hiç hapse girmeden büyümüş olması herkesi şaşırtmıştı.

Fallon, istismarcı bir ortamda büyütülmüş olsaydı, “savaşçı gen” olarak bilinen mutasyonlu genleri onun saldırgan, düşük empati ve duygusal tepkilere sahip bir psikopat olmasına sebep olabilirdi. Ancak belli ki Fallon’a olduğu gibi oldukça pozitif bir ortamda büyütülmüş olmak bu genlerin negatif etkilerinin dengelenmesini sağlıyor. Bu da bizi başlarda değindiğim psikopatlık geninin aktif olabilmesi için bir tetikleyiciye ihtiyaç olabileceğine dair sunulan öneriye geri götürüyor.

Şiddete sebep olan kötü bir gen varken nezakete sebep olan iyi bir gen olamaz mı? Neden olmasın?

Oksitosin ve vazopressin, beyinde salgılandıklarında sevgi ve cömertlik gibi duyguları harekete geçiren iki hormondur. Buffalo Üniversitesinden psikolog Michel Poulin tarafından yürütülen bir araştırmaya göre eğer bu hormonlara özgü alıcıların (reseptörlerin) farklı versiyonlarına sahipseniz tek bir versiyonuna sahip insanlara göre iyi bir insan olmaya daha yatkın olabilirsiniz. Ancak araştırmacılar, birinin ne kadar sosyal ya da anti-sosyal olacağına, genlerin kişinin yetiştirilmesiyle ve tecrübeleriyle birlikte etki ettiğini söylüyor.

Poulin, “Biz iyilik geni bulduğumuzu söylemiyoruz ancak katkı sağlayan bir gen bulduk. İlginç olansa yalnızca insanların çevrelerindeki dünya hakkında sahip oldukları belirli duyguların varlığı durumunda bir katkı sağlıyor olması,” diyor.

Yani tıpkı psikopatlık geninde olduğu gibi iyilik geninde de yetiştirilme şartları, kişinin ilerleyen zamandaki davranışlarına yön vermede büyük bir katkı sağlıyor.

Edindiğimiz bilgilerin toplamına bakacak olursak psikopatlık geni taşıyan birey toplum için bir çeşit saatli bomba gibi görünebilir ancak doğru muamele ile ahlaki davranışlar aşılanabilir ve suçtan uzak kalmaları sağlanabilir. Ancak çoktan tetiklenmiş bir psikopat için yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Ya da daha en başından ebeveynlerin endişelerini dindirecek bir tedavi yöntemi geliştirilemez mi?

Başta bahsettiğim diziye geri dönecek olursak (DİKKAT BİR BAŞKA SPOILER), beynin bir bölümünün nakli sonucu psikopat olan karakter iyi karakter özellikleri taşımaya başlıyor ve vicdan sahibi oluyordu. Bu kurguya göre beyin nakli bir tedavi yöntemi olarak düşünülebilir mi?

Ya da dizide verilen ve pekte kusursuz sayılmayan beyin nakli fikrinin yerine gen nakli ya da var olan genleri değiştirmek bir yol olabilir mi?

Beyin nakli konusu oldukça zorlayıcı bir prosedürdür. Gerek damarların bağlanması, gerek transfer sırasında beynin oksijensiz kalması durumunda nöronların ölmesi ihtimali, gerekse vücudun nakledilen beyni kabul etmemesi ve bağışıklık tepkisi geliştirmesi ihtimali sebebiyle oldukça karmaşık ve hassastır. Bu sebeple nakil sonrası insanın karakterinde ne gibi değişiklikler olacağına dair kesin bir bilgi ya da araştırma yoktur.

Diğer yandan “gen terapisi” adı verilen bir uygulama daha var ki bunun konumuzla ilgili olan problemin çözümünde daha etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü bahsettiğimiz psikopatlık geni aslında mutasyonlu bir gendir ve gen terapisi de hasar görmüş hastalık yapıcı genlerin değiştirilmesini ya da düzeltilmesini amaçlar.

Gen terapisiyle, hasarlı gen üç farklı yolla düzeltilebilir. Birincisi hastalığa sebep olan genin sağlıklı kopyasıyla değiştirilmesi, ikincisi hasarlı genin etkisizleştirilmesi, üçüncüsü hasarlı geni tedavi edecek bir genin vücuda aktarılmasıdır.

Yani MAOA geninin düşük aktivite formu olan MAOA-L genin etkisizleştirilmesi ya da düzeltilmesi için gen terapisinin uygulanması, psikopati geliştirmesi muhtemel bireylerin tedavi edilmesi için bir yöntem olabilir. Ya da oksitosin ve vazopressin gibi hormonların alıcılarının çeşitlendirilmesine yardımcı olacak bir genin aktarımı, bu insanların saldırganlığını baskılayıp iyilik yönlerini güçlendirecek bir tedavi olarak kullanılabilir.

Dünyada ki bütün katiller psikopatlardan çıkmıyor. Her psikopatlık geni taşıyan insanda katil olmuyor. Ancak psikopatlık genine sahip insanların katillere dönüşme ihtimalinin sağlıklı genlere sahip olanlardan fazla olduğu da bir gerçek. Böyle bir eğilimlerinin olması herhangi bir suç işleyecekleri anlamına gelmediği için Mouse dizisinin izleyiciye yönelttiği ikilem sorusuna benim yanıtım gen taşıyıcılarına yaşama şansı tanınması yönünde olurdu. Ancak eğer bebeklerin böyle bir genin taşıyıcısı olup olmadığına dair bir test sistemi geliştirilirse bulguları öylece bırakmak yerine geç olmadan tedavi edilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hem ailelerin, çocuklara yaklaşımlarının nasıl olması gerektiğine dair eğitimler almaları hem de çocukların gen terapisi ya da ilerleyen zamanda bulunabilecek başka yöntemlerle tedavi edilmeleri gerektiğine inanıyorum.

Hangi genlerle doğacağımızı ya da bir bebeğin hangi genlerle doğacağını biz seçemeyiz belki ama önlem almak ya da tedavi etmek bizim elimizde. Henüz nasıl bir hayatı olacağından emin olmadığımız birinin yaşama hakkını elini almakla yapılacak bir önlem değil elbette.

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu hastalığa karşı toplum olarak yaklaşımımız nasıl olmalı?


Benzer Yazılar 

Genetik Silahlar


KAYNAKÇA

Psychopathy: Developmental Perspectives and their Implications for Treatment

Yorumlar