Işınlanma, pek çok bilim kurgu yapıtının favori yetenek ya
da icat seçenekleri arasındadır. Uzay yolu, bunun en bilindik örneklerindendir.
O meşhur ‘Bir süper gücün olsaydı, ne olsun isterdin?’ sorusuna verilen
cevaplar arasında da popülerliğini sürdüren bu kavram bilim dünyasının da
ilgisini çekmiştir. Bilim insanları da bu kurgusal gerçekliği pek bir sevmişler
ve günümüze kadar araştıra gelmişlerdir. Peki, nedir bu ışınlanma, önce onu
konuşalım.
Işınla bizi Scotty!
Teleportasyon, tayyi mekân, ışınlanma… Latincede ‘Tele’
uzak, 'Portare' ise taşımak anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle, bir
maddenin, bulunduğu ortamdan yok olarak başka bir ortamda, bir bütün halinde,
aynı özelliklere sahip bir şekilde ortaya çıkması olayıdır.
Tarihte ışınlanma ile yapılan ilk deneylerden gösterilen
Philadelphia deneyini duymuşsunuzdur. Rivayete göre 1943 yılında Amerikan
donanması tarafından bir ışınlanma deneyi yapıldı. 104 mürettebatı bulunan 1240
tonluk askeri gemi yeşil bir sisle ortadan kaybolmanın ardından yaklaşık 600 km
uzaklıkta Norfolk deniz üssünde belirdiği iddia ediliyor. Tabi bunlar görgü
tanıklarının aktardıkları. Ancak ne var ki bir süre sonra deneyde adı geçen
herkes gizemli bir şekilde sırra kadem basıyor ya da esrarengiz bir şekilde ölü
bulunuyor. İşin o kısmında ne olduğunu bilmiyoruz ama bizi de zaten şimdilik
ışınlanma kısmı ilgilendiriyor.
Philadelphia deneyi aslında başta sadece bir görünmezlik
deneyiydi. Einstein’ın ‘Birleşik Alanlar Kuramı’nı temel aldıkları bu deneyde,
çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturarak ışınları büküp optik görünmezlik
sağlamayı hedeflediler. Böylece düşmanlara görünmeyeceklerdi. Ancak beklenenin
çok dışında bir sonuçla karşılaştılar ve gemi başka bir yerde belirdi. Resmi
makamlarsa bu durumu reddetmekte…
İlginizi çekerse bu olayları ele alan 1984 yapımı
‘Philadelphia Experiment’ isimli filme göz atabilirsiniz.
Bu esrarengiz gemi olayı sadece bir başlangıçtı tabi. Yıllar
sonra araştırmalar olaya farklı bir teknikle yaklaşmaya başladı. Ki bu yaklaşım
bana göre de en doğru yol gibi gözüküyor. Kuantum ışınlanma…
Latince de ‘miktar’ anlamına gelen kuantum, enerji veya
maddenin mümkün olan en küçük birimi olarak tanımlanır. Kuantum ışınlanma ise
maddenin enerjiye dönüşerek uzayda hareket edebilmesi ve başka bir yer veya zamanda
yeniden cisimlenebilmesinden bahseder.
Kuantumu kanıtlayan en güzel örneklerden birini Kuzey
İrlandalı fizikçi John Bell vermiştir. CERN’de gerçekleştirilen deneylere göre
birbiriyle etkileşim kuran iki tanecik bundan sonra bağımsız olarak
tanımlanamaz. Dolaşık iki foton polarizasyonlarını engellemeyecek ortamlara
konularak birbirinden uzaklaştırılıyor. Fotonlardan sadece birinin dönüş yönü
değiştirilerek diğerine ne olacağı gözleniyor ve Ta-Da! Diğer foton da
dışarıdan hiçbir müdahale olmamasına rağmen dönüş yönünü değiştiriyor. İşte biz
buna Kuantum Dolanıklık diyoruz. Ve bu deneyle ilk defa bilgi ışınlanmış
oluyor.
Bu konuda giderek artan çalışmalarda artık atomların
teleportasyonu gerçekleştirilmeye başlandı.
Eugene Polzik ve çalışma arkadaşları ilk defa çok miktarda atomun toplu
halde taşınmasını sağladı. Delft Üniversitesinde atomlar 3 metre uzağa
ışınlandı.
Yani eğer atomlar ışınlanabiliyorsa ve çevremizde gördüğümüz
her şey (insanlarda dahil) atomlardan oluşuyorsa ışınlanma fikri kurgu
olmaktan çıkıp bilimsel bir gerçekliğe dönüşmüş oluyor.
Yavaş yavaş maddesel boyuta geçecek olursak bizim ışınlamak
istediğimiz nesneyi önce enerji haline dönüştürmemiz gerekecektir. Çünkü kuantuma göre atom
altı saf enerjiden oluşmaktadır. Daha sonra enerjileşmiş bu
bilgiyi iletecek bir araca ihtiyacımız var. Daha önce bahsettiğimiz dolanık
fotonlar gibi bilgiyi ışınlayan bir tür ağ düşünün. Ve son olarak karşı tarafa
ulaşan bu bilgiyi toparlayıp enerjisel boyuttan maddeye taşıyabilmemiz
gerekmektedir.
Aslında bakarsanız bu kulağa biraz ürkütücü geliyor. Cansız
bir nesne için belki normaldir ama bir insanın enerjiye dönüştürülmesi nasıl
olur ve bu süreçte insan neler yaşar tam bir muamma. Çünkü sırasıyla
moleküllere, atomlara ve fotonlarınıza ayrışacaksınız. Burada milyarlarca
partikülden bahsediyoruz. Yani çok büyük bir enerji lazım bize... Bilginin
taşınması belki gelişmekte olan kuantum bilgisayarlarıyla sağlanabilir (o da
çok çok gelişmiş olması lazım ki o kadar bilgiyi hatasız taşısın) ancak birleşmesi
olayı bambaşka bir olay. Tüm bu parçaların tamamen aynı şekilde bir araya
gelebilmesi de lazım. Ki bu da başka bir soruyu akla getiriyor. Işınlanan yerde oluşan
kişiyle ilk baştaki aynı kişi mi olur? Çünkü teoride ışınlanan kişiyi aslında
klonluyoruz. Aynı özelliklere sahip bilgi topluluğunu başka bir yere
kopyalıyoruz. Ve aslını yok ediyoruz.
Yani ışınlanma olayı maliyeti ve karmaşıklığı kadar oldukça
da tehlikeli görünüyor.
Neyse. Biz bu konuda yapılan deneylere geri dönelim. En son
gelişmelerde 2017 yılında Çin de kuantum ışınlamayla ilgili büyük bir adım attı
ve yeryüzünden 1400 kilometre uzaktaki yörüngesinde bulunan Micius adlı uyduya
bir foton parçasını ışınladı. Böylece de bir ilke imza atarak ‘ilk kuantum
ağı’nı da kurmuş oldu. Fiziksel temas olmadan veri aktarımı gerçekleştirildiği
için kuantum internetle tarihi bir gelişme yaşanabileceği düşünülüyor. Bu, aynı
zamanda bugüne kadar yapılan en uzun mesafeli kuantum ışınlaması.
Şimdilik bu atılım insanların ışınlanmasından çok internete
yarayacak gibi görünse de tıp alanında da kullanılabileceği üzerine duruluyor.
Organların ışınlanma yoluyla kopyalanarak veriler halinde depo edileceği ve
gerektiğinde bu depolardaki organ parçalarının tedavilerde kullanılabileceği
düşünülüyor.
Eeee… Hala ışınlanamıyor muyuz? Kuantum dolaşıklığı şimdiye
kadar bizi ara ara heveslendirse de çok bir umut vermedi. Peki, elimizde başka
neler var?
Bir başka teori de The Flash adlı çizgi roman/Tv dizisinden
geliyor. Gedik yani portal yani solucan deliği…
Bilenler bilir bilmeyenlere de kısaca şöyle açıklayayım. Bahsettiğim
dizi, STAR laboratuarlarında gerçekleştirilen parçacık hızlandırıcı deneyi
sonucu gelişen bir patlama ile başlamaktadır. Bu patlamadan etkilenen
insanların fizyolojilerinde bazı değişimler olur ve çeşitli doğa üstü
özellikler kazanırlar.
Patlamadan nasibini alanlardan biri de başkahramanımız Barry
Allen’dır ve yıldırım çarpması sonucu bir hızcıya dönüşür. İlerleyen zamanda bu
yeteneğini geliştiren Allen portal açabilecek seviyeye gelen unsurlardan ilkidir.
Barry’ciğimiz kendini geliştirdikçe ve portallar açma
konusunda seviye atladıkça zamanda da yolculuk yapabileceğini keşfeder ve
geçmişe giderek zaman çizgisini alt üst eder. Bunun sonuçları ise pek çok
kişiyle beraber laboratuar arkadaşlarından olan Cisco Ramon’u da vurur ve onu
da bir Vibe’a dönüştürür. Böylece yeni bir portalcımız da doğmuş olur.
Tabi böyle çılgın bir laboratuar portal açabilen bir
teknoloji geliştirmezse olur mu? Olmaz tabi. Bir diğer portal açıcımızda bu
teknoloji oluyor dolayısıyla.
Barry, yüksek hızda hareket ederek ve bunun sonucunda
titreşimleri kullanarak bir gedik açabiliyor. Cisco boyutsal enerjileri
değiştirerek aynı işi yapıyor. Açılan bu gedik bir kapıdan farksız. Sadece kapının
ardı sizin istediğiniz yere açılıyor. Yani aslında bildiğimiz solucan
deliğinden bahsediliyor. Peki, nedir bu solucan deliği?
Solucan deliği, uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan kısa
yollar, geçitlerdir. Einstein ve Nathan Rosen’ın Genel Görelilik kuramına
dayandırdıkları bu fikir evrende mesafe ve yolculuk süresini kısaltan bazı
köprülerin olduğunu ileri sürüyor.
İngiliz fizikçi Stephen Hawking’e göre ise solucan
deliklerinin giriş ve çıkışında sırasıyla kara delikler ve beyaz delikler bulunuyor.
Bildiğiniz üzere kara delikler çok büyük kütleli yıldızların bir süper nova
eşliğinde ölümü sonucu ortaya çıkarlar. Kara deliklerin etkisine girildikçe
kütle çekiminin arttığı ve zamanın yavaşladığı söylenir. Evrende her şeyin bir
zıttı olduğu gibi kara deliklerin de zıttı var. Bunlara da beyaz delik diyoruz.
Ve beyaz delikler, kara deliklerin aksine bunlar çekmiyor itiyor. Tam bir giriş
çıkış kapısı ikilisi değiller mi sizce de?
Tabi böyle kulağa güzel geliyor ama siz yine de nereden
çıkacağım diye merak ederek ilk gördüğünüz kara deliğe atlamayın. İçeride ani
çöküşlerle karşılaşabilir yüksek radyasyon yiyebilir egzotik maddelerle haşır
neşir olabilirsiniz.
Işınlanmak için kara delik mi arayacağız peki? Hayır. Burada
araştırmamız gereken soru “Kendi kara deliğimizi ve beyaz deliğimizi
oluşturarak Barry ve Vibe gibi bir portal açmamız mümkün mü?” olacak.
Teorik olarak kara delik ya da benzeri bir şey
oluşturabilirsek ve kardeş beyaz deliğin nerede açılacağını belirleyebilirsek saniyeler
içinde bir kapıdan girip başka bir kapıdan çıkarak istediğimiz yere
ulaşabiliriz. Üstelik fotonlarımıza kadar parçalanmadan… Bizim için mekân büken
bir boru hattı benzeri bir solucan deliği bu işlevi görüyor olacaktır. Biz de
sadece o kısa tünelden tek parça halinde yürüyüp geçerdik.
Şimdilik en azından ABD’de yapılan bir araştırma sonucu
yapay ortamda bir kara delik oluşturuldu. Çok güçlü X-Ray lazerleriyle yapılan
deneyde bir molekülün en büyük atomundan birkaç elektron dışarı çıkarıldı ve
molekülün geri kalanını içine çeken bir boşluk oluşturuldu. Bu kara deliğin çok
ufak bir modeli aslında ve ömrü de pek uzun olmamış. Yine de bir başlangıç.
Düşünsenize her şehirde belirli istasyonların kurulduğu ve
içinde gitmek istediğiniz şehrin kapısını açıp geçebileceğinizi. Kulağa hoş
geliyor değil mi? Gerçi bu otobüs firmalarının pek hoşuna gitmeyebilir.
The Flash dizisinden en sevdiğim repliklerden biriyle
bitirelim o zaman… Run, Barry, Run.
Sizin bildiğiniz başka ışınlanma teorileri var mı? Ya da
önerebileceğiniz ışınlanma temalı filmler veya diziler…
Kaynakça
Süper bir araştırma olmuş tebrikler��
YanıtlaSilTeşekkür ederim. :)
Silşey evrenin ne kadar büyük olması yani beynimiz bunu algılayamaz yani evrende dünyaya benzeyen milyarlarca gezegen var ve tek yaşayan canlı biz olamayız.
YanıtlaSil